Çocuğunuzun Gelişimi ve Büyümesinde Yaratıcı Beyin Kavramı

13/04/2022

Eşi benzeri görülmeyen bir eser ortaya koyduğumuzda bunu yaratıcılık olarak tanımlarız.
Tüm insanlar yaratıcı olabilir mi? İnsanın yaratıcılık yönü geliştirilebilir mi? Yaratıcılık doğuştan gelen bir yetenek midir? Bu soruların cevabını Iowa Üniversitesi psikiyatri profesörü Andreasen’ın görüşlerine dayanarak cevaplamaya çalışacağız.
Iowa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Bölüm Başkanı olan Andreasen önce edebiyat eğitimi almış ve çalışma hayatına Rönesans edebiyatı dalında ders vererek başlamış; fakat birkaç yıl sonra doktor olursa insanlara daha fazla yardımcı olabileceğini ve kafasındaki büyük sorulara ancak tıbbi araştırmalarla cevap verebileceğini düşünerek tıp okumuş bir bilim insanı. Bozuk Beyin (The Broken Brain), Psikiyatriye Giriş Ders Kitabı (Introductory Textbook of Psychiatry), Yaratıcı Beyin (The Creative Brain) ve Cesur Yeni Beyin (Brave New Brain ) kitaplarının da yazarı. Aynı zamanda ABD Başkanı Bill Clinton tarafından 2000 yılında Ulusal Bilim Madalyası ile ödüllendirilmiş. Yaratıcılığın aktarımı ve geliştirilmesi konularında araştırmalarını yürütüyor. Bu yazımızı onun araştırmalarına dayanarak, Yaratıcı Beyin kitabıyla ilgili yaptığı bir röportajından faydalanarak hazırladık.
Andreasen yaratıcılık ile zekânın farklı şeyler olduğunu belirtiyor ve yaratıcılığı şöyle tanımlıyor: “Yaratıcılık, yaşama yepyeni bir gözle bakabilme ve bunu kullanarak işe yarayan veya güzel şeyler ortaya çıkarabilme yeteneğidir.” Ona göre, insanlığın beyin potansiyelinin tamamının kullanılmaması günümüzün en önemli sorunlarından biri. Her doğan çocuğun beyin kapasitesini doğru olarak kullanamamasının nedeni, uygun ortamı ve koşulları bulamaması. Örneğin cinsiyet ayrımcılığı, çocukların yeteneklerinin yanlış şekilde yönlendirilmesine neden olabiliyor. Bunun en büyük örneği ise kendisi.
Andreasen’ın ailesi, O’nun fizik ve matematikten çok doğa, çiçekler ve yaban hayatı gibi şeylere, yani biyolojiye yönelmesini istemiş. Ailesi lisans öğretim masraflarını karşılamış ancak doktora için onu desteklememiş. Andreasen burs kazanarak Harvard Üniversitesi’nde doktorasını yapmış, daha sonra Fulbright bursu kazanarak Oxford Üniversitesi’ne gitmiş. O günün şartlarında bir kadının profesör olması çok zordu, buna rağmen bunu başardı. Fakat profesör olduktan sonra bile kadın erkek eşitsizliğini hep hissetmiş. Bu tecrübelerinden aldığı güçle bugün iki kızını da onların ilgi duydukları alanlarda ilerlemeleri için destekliyor.
Andreasen’a göre “Tarih boyunca, insanoğlunun yaratıcı olmasında doğayı sevmek ve onu incelemek en önemli kaynaklardan biri olmuştur. Bugünün çocukları için öncelikli endişe ise doğa ile yeterince iç içe olmamaları. Çocukların kırlarda bayırlarda oynayıp çiçekleri koklamaları, merada otlayan bir ineği görüp yedikleri peynirin ondan geldiğini öğrenmeleri çok önemli. Çocuklara öncelikle doğayı tanıtmalı ve doğa sevgisini aşılamalıyız.”
Andreasen Shakespeare’i düşünerek işe başladığında onun yaşadığı dönemin günümüzle benzerliklerini ve farklılıklarını, o dönemde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmış. O da bizim gibi mi düşünüp hissediyordu? Onu motive eden güç neydi? Nasıl oldu da o harika tiyatro oyunlarını yazdı? Kişiliğin nereden geldiği, insanı yaşamda bir şeyler yapmaya iten güç, insanın merakının nereden geldiği ve nasıl olup da sonuçta belli bir kişiliğe büründüğü, kişiliğin ne ölçüde yaşanan olaylar tarafından şekillendiği gibi durumlar üzerinde devamlı düşünen psikiyatrist, insanların bazılarında içsel bir itici gücün olduğunu ve çevre şartları ne olursa olsun bu insanların durdurulamayacağını fark etmiş. Kitabında ise bunun neden veya nasıl böyle olduğu üzerinde duruyor. Kitapta bir eldiven ustasının çocuğu olan Shakespeare’in ya da Leonardo da Vinci veya Michelangelo’nun nasıl olup ta o eserleri ortaya koyduklarını sorguluyor. Her üçünün de başarıya ulaşmak için bizim bildiğimize benzer bir okul sisteminden geçmediklerini belirtiyor.
Yaratıcılık konusunda ilk çalışmayı Stanford Üniversitesi’nden Lewis Terman yaptı. Bu çalışma 1921 yılında başladı ve 1956 yılında Terman’ın ölümünden sonra da öğrencileri tarafından 2000’li yıllara kadar devam ettirildi. Terman yaratıcılık ile yüksek IQ’nun aynı şeyler olduğuna inanıyordu. Yüksek IQ’ya sahip erkek ve kız çocuklarını erken yaşlardan itibaren takip etmeye karar verdi. Terman küçük yaşta belirlenen zekâ seviyesinin bu çocukların gelecekleri hakkında ne ölçüde bilgi sağladığını öğrenmek istiyordu. Erkeklerin IQ ortalaması 151,5 ve kızlarınki 150,4 idi. Sonradan “Termitler” olarak adlandırılan bu çocuklar seksen yıldan fazla takip edildiler. Başlangıçta Termitler normal IQ’ya sahip karşılaştırma grubundakilerden daha iyi durumdaydılar. Fiziksel olarak daha güçlü, ekonomik ve sosyal yönden de daha başarılıydılar. Ancak zaman geçtikçe aralarından yaratıcı kişiliğe sahip olanların pek çıkmadığı dikkati çekti. Sadece birkaç başarılı yazar, müzisyen, aktör ve bilim insanı vardı. Yüksek IQ’larına rağmen aralarından Nobel Ödülü alan çıkmadı. İlginçtir, çalışmaya alınmak üzere değerlendirilip yetersiz bulunan ve çalışmaya dâhil edilmeyen William Shockley ve Luis Alvarez daha sonra Nobel Ödülü aldılar. Yedi yüz elli kişiyi kapsayan bu çalışma, zekâ ile yaratıcılığın birbirinden farklı şeyler olduğunu gösteren ilk çalışmaydı.
Yaratıcılığın tanımıyla ve yüksek zekayla ilgili olup olmadığı hakkındaki tartışmalar ise hâlâ devam ediyor. Terman’ın yüksek zekâ tanımlaması oldukça klasik iken zekâ seviyesini ve kronolojik yaşı esas alan testler aslında öğrenme bozukluklarının belirlenmesi için kullanılıyordu. Bu testler okul ortamında hangi çocukların başarılı olacağını ve hangilerinin yardıma daha fazla ihtiyacı olacağını belirlemek için geliştirilmiş testlerdi ve amaçları yaratıcılığı belirlemek değildi. Bu testler kullanılarak psikometrik yaklaşımla elde edilen bu tür veriler uzun bir süre dâhilikle, o da yaratıcılıkla ilişkilendirilirdi. Bu bakış açısına göre, yüksek IQ’ya sahip kişilerin yaratıcı olduğu veya yaratıcı olan pek çok kişinin dâhi olduğu düşünülüyordu. Fakat bugün artık yaratıcılık ve zekânın farklı şeyler olduğu biliniyor. Terman’ın çalışmaları da bunu göstermiştir.
Zekâ konusunda yapılan bazı tanımlamalar da yaratıcılık tanımını etkiliyor. Bazıları zekâ ile yaratıcılığı karıştırıyorlar. Ama Howard Gardner gibi “çoklu zekâ” tanımı yapan bilim insanları da var. Gardner zekâ testinin yetersiz olduğunu öne sürüyor. Ona göre her bireyin farklı sınıflandırmalara ve yeteneklere sahip zekâları var. Örneğin matematik için ayrı, dans edebilmek için ayrı bir zekâ var. Bunlardan yalnızca bazıları yaratıcı zekâ ile örtüşüyor. Bir diğer tanımlama ise yaratıcı kişinin, o konuda bilgisi olan çağdaşları tarafından yaratıcı sayılmasını şart koşuyor. Bu da yetersiz bir tanım. Çünkü çok sayıda yaratıcı insan, örneğin Mendel, Shakespeare, Van Gogh ancak ölümlerinden sonra keşfedilmişler. Durum böyle olunca tanım hakkındaki tartışmalar da devam ediyor. Ünlü psikiyatrist ise yaratıcılığı şu şekilde tanımlamayı tercih ediyor: “Yaratıcılık yaşama yepyeni bir gözle bakabilme ve bunu kullanarak güzel veya işe yarayan şeyler ortaya çıkarabilme yeteneğidir”.
Yaratıcı Beyin kitabı için ünlü oyun yazarı Neil Simon ile uzun röportajlar yapan bilim insanı onun kişiliğinde de yaratıcı insanlarda ortak görülen özellikleri tanımlıyor. Simon yaratıcı anlarını anlatırken “bilinçli olarak yazmıyorum, sanki omzumda esin perisi oturuyor” diyor. Çoğu yaratıcı insan hemen hemen aynı şeyden bahseder, özellikle sanat dallarında olanlar. Ne diyeceklerini veya ne yazacaklarını o ana kadar bilmiyorlar, ama o anda içlerindeki bir şey yapacaklarını üretiyor, bilinçli olarak değil bilinçdışından gelen bir şey. Bununla beraber bilimde durum farklı olabiliyor. Yaratıcılık her zaman duygusal kaynaklı olmak zorunda değil. Biliş ve duygunun birbirinden ayrı düşünülmemesi gerektiğine inanmakla birlikte yaratıcılığın biliş-duygu yelpazesinde bilişe yakın bir yerden kaynaklanması olası. Bazı insanlar bir problemle karşılaştıklarında onu aşırı gayret ve çalışma ile çözebileceklerini düşündüklerini, ama asıl çözümün beklenmedik bir şekilde aniden kafalarında belirdiğini ifade ediyor. Böyle bir çözüm ise duygusal olmaktan çok bilişle ilgili görünüyor. Çözülmeye çalışılan problem zihinde bilgi ve tecrübelerle bir arada yoğrulup, yeni bağlantılar kurulunca, yepyeni bir çözüm ortaya çıkıyor. Sanatta yelpazenin duygulara yakın bölümü daha çok kullanılıyor olabilir.
Farklı dünyalarda yaşamak çok önemli. Örneğin siz hem müzik hem de bilim dünyasında yaşıyorsunuz, ben hem bilim hem de sanat dünyasında yaşıyorum. Bilim dünyasının farklı dallarında yaşıyorum, bir yandan biyolojide diğer yandan mühendislikte ve psikopatolojide yaşıyorum. Şimdilerde moleküler biyoloji öğrenmeye çalışıyorum. Birbirinden farklı dallar arasında ne kadar çok ilişki kurarsanız, orijinal bir şeyin ortaya çıkma olasılığını da o kadar artırmış olursunuz. Bu, insanın bulunduğu ortamdan ayrılıp örneğin bilimsel konferanslara gitmesi gibi durumlar için de geçerli. Yani aslında buradan çocuklarımızı çok yönlü olarak beslememiz gerektiğini çıkarmalıyız. Onları bilimin, sanatın ve sporun farklı dallarından beslenmeleri için teşvik etmeliyiz.
Dr. Andreasen yaratıcılığı modern bilimsel tekniklerle araştıran ve çok sayıda uluslararası ödüle sahip olan bir bilim insanı, Amerikan Sanat ve Pozitif Bilimler Akademisi’nin ve Amerikan Bilimler Akademisi’ne bağlı tıp enstitüsünün üyesi. Psikiyatri alanında dünya çapında en prestijli dergi olan The American Journal of Psychiatry’nin on üç yıl baş editörlüğünü yapmış olan Dr. Andreasen, nöroloji konusunda çalışan bilim insanlarını bir araya getiren organizasyonlarda da hem kurucu hem de aktif üye olarak görev yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Dr. Andreasen’ın yaratıcı insanlarda gördüğü ortak özellikler kendilerini bulundukları ortamdan soyutlamaları, güçlü duygular yaşamaları ve konsantre olmalarıdır. Yaratıcılık akılcı ve mantık kurallarını takip eden bir süreç değil. Yaratıcılığın nasıl ortaya çıktığını bilinmiyor, çünkü kendiliğinden gelişiyor. Yaratıcı kişilerin beyni devamlı olarak fikir ve düşüncelerle dolu ve devamlı fikir ve düşünce dünyasında dolaşıyorlar. Yaratıcı kişiler çok iyi birer gözlemciler. Çoğu zaman sanki görünmez olup diğer insanlar farkına varmadan dünyayı gözlemliyorlar. Dr. Andreasen her insanda var olan yaratıcılık potansiyelini açığa çıkarabilmek için yapılacakları şöyle sıralıyor: Kendinize daha önce hakkında hiçbir şey bilmediğiniz yeni bir alan seçin ve o konuda derinlemesine bilgi edinin. Her gün zamanınızın bir kısmını meditasyon yapmaya veya hiçbir şey yapmadan sadece düşünmeye ayırın. Gözlem yapmaya ve gözlemlerinizi kâğıda dökerek tanımlamaya veya anlatmaya çalışın. Hayal gücünüzü kullanın ve hayal edin.
Andreasen’ın paylaştıklarından yola çıkarak, çocuklarınızın yaratıcılığını geliştirmek için onları gözlemlemeli, onların ilgi alanlarını köreltmeden pekiştirmeli, onları farklı alanlarla beslemeli, öğrendikleri hakkında onlarla konuşmalı, görüşlerini almalı ve onlarla birlikte gözlemleyerek hayal etmelisiniz.

Son Bloglar